“Eski kırgınlıklar dilimizde cam kırıklarına dönüşür”
Değer Tuncel
Çalkantılı dönemin sertliğinde, bir pansiyonun soğuk duvarlarına sıkışan küçük Ozan’ın hikâyesi, bireysel hafızamızın bugün dahi kolektif bellekle nasıl kesiştiğini gösteriyor. Ozan, askeri araçların gölgesinde “büyüyememiş”, babasını hayatta olup olmadığını bilmediği için zihninde ölüme terk etmiş bir çocuk. Babamın Sandığı, psikolojik çözümlemeleri, güçlü sembolleri ve katmanlı anlatımıyla sadece geçmişin değil, bugünümüzün de karanlıklarına ışık tutuyor.
Kemal Sinan Özmen ile geçmişin gölgesinden bugünün huzursuzluğuna uzanan bu çok katmanlı hikâyeyi, hem tarihsel hem duygusal hem de psikolojik düzlemde konuştuk.
Büyüyemeyen Bir Çocuğun Gözünden 1980 Darbesi
Babamın Sandığı’nı yazma fikri nasıl doğdu? Sizi, yazmaya iten kişisel ya da toplumsal bir kırılma anı var mıydı?
Romanı kaleme alırken asıl çıkış noktam okura ülkece bugünlere nasıl geldiğimizi çok sesli bir roman kurgusu ve dille anlatmaktı. Bu anlatıda toplumsal olayları nesnel bir perspektifle fonda işleyerek bireye odaklandım ve okurun kendi yaşamına dair gözlemler yapmasını istedim. Ülkemizi anlamak için iki kırılma noktası olduğunu düşünüyorum. Çok partili döneme geçiş ve bu uzun sürecin bunalımlarının tepe noktaya vardığı, ülkenin farklı bir yola girdiği 1980 Darbesi’ni anlamak, günümüzü ve dolayısıyla kişisel hatıralarımızı anlamlandırmak açısından önemli.
Romanınız, 1980 Darbesi’nin gölgesinde büyüyen bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Bu döneme ait anlatıyı bir çocuk perspektifinden aktarma tercihinizin ardında nasıl bir düşünce yatıyor?
Ana karakter Ozan, aslında ülkeyle birlikte büyüyor ve günümüze geldiğimizde, Ozan’ın ruh halinde ülkenin tüm toplumsal dinamiklerini görüyoruz; umut, umutsuzluk, korku, kaygı, geleceğe dair inançsızlık ve ani duygusal dalgalanmalar Ozan’a çocukluğundan yadigâr hislerdir. Dolayısıyla onun geçmişine bakmak ülkenin yakın tarihine bakmak demek. Öte yandan büyük travmaların kalıcı izler bıraktığı çocukluk dönemini hikâyenin özüne koymak, derin bir argüman yaratma işlevini sağladı. Ozan babasına duyduğu öfkeyi otuzlarında olsa duymayacak, muhtemelen ona sempati ve şefkatle yaklaşacaktı. Malum, fırtınalar köklü ağaçlardan ziyade fidanlara zarar verir. Ülkenin son elli yılına şahitlik etmiş her bireyin içinde kırık bir dal olduğuna inanıyorum; bunu göstermek ve paylaşmak, mümkünse edebiyatın sevecen naifliğiyle merhem olmak istedim.
Yalnızca bir baba-oğul hikâyesi değil, hatırlamanın ve affetmenin gücü
Romanda yer verdiğiniz sandık, kaval, pusula, kar küresi gibi nesneler oldukça sembolik. Uygun göreceğiniz bir tanesinin metafor olarak anlamını biraz açabilir misiniz?
Eğer gerçekçi bir roman tasarlıyorsam, tüm sembollerin ve karakterlerin kurgunun içine doğal bir biçimde dahil olmasına uğraşırım. Başka bir deyişle karakterlere çeşitli semboller yaratma endişem olmaz, çünkü zaten insanlar gibi roman karakterlerinin de yaşamında nesneler ve semboller bulunur. Hepimizin evinde çocukluğundan kalma bir eşya yok mu? Bir kutu, bir oyuncak, soluk bir fotoğraf muhakkak her evin zulasındadır. Aslında tüm yaşamımızı hikâyeler üzerinden zihnimize kaydederiz; askerlik anıları, evlilik teklifini nasıl ettiğimiz veya aldığımız, lisedeki komik öğretmenle anekdotumuz; bu hikâyeler bir araya gelir ve benlik algımızı oluşturur. İşte tam olarak bu noktada nesneler-simgeler devreye giriyor. Askerlikte kullandığın tesbih, evlilik teklifinde yüzüğün kutusu veya öğretmenin kravatındaki altın sarısı iğne ruhumuza kazınır. Romanın simgeleri de tam olarak böyle; örneğin Özlem’in kavalı, yaşamındaki somut bir nesne ve ona önemli bir anısını (hikâyesini) anımsatıyor. Öte yandan kurgusal düzlemde umudun ve mücadelenin kırılgan fakat kararlı bir sembolü, kurtlarla savaşmaktan korkmayan Özlem gibi.
Ayrıca sandık sembolü, somut bir sandığın yanı sıra sanmak fiiline gönderme yaparak Ozan’ın babasının sandığı, yani zannettiği anlamına da geliyor. Anılarımız kişisel duygulanım süzgecimizden süzüldüğü için nesnellikten uzaktır. Madem anılarımız nesnel kayıtlardan oluşmuyor, o halde neden onları bize faydalı olacak ve geleceğimizi aydınlatacak şekilde anımsamayalım? Bunun işin kişinin geniş bir pencereye ihtiyacı var. Sandık/sanmak sembolünü böyle işlemek istedim.
“Babamın Sandığı” bir roman olmanın ötesinde bir “ağıt” ya da “mektup” gibi okunabilir mi sizce?
Evet, bu oldukça güzel ve doğru bir tespit olur. Kaybedilen yıllar, geri gelmeyecek anlar, yaşanamamış ne varsa hepsi bir “ağıt” olarak görülebilir. Öte yandan iyi edebiyatın, kendi varlığını haklı ve gerekli kılmak için muhakkak güçlü bir umut ışığı sunması gerektiği kanısındayım. Ozan veya annesi Suna Hanım acı bir ağıtın özneleri olsa da genç Mert, tüm o acılar hiç yaşanmamış gibi bu aileden çıkıp umut dolu bir yaşama adım atabiliyor. Yaşlıların acıları gençlerin üzerinde güvenle ve sevinçle büyüyebileceği çiçekli bahçelere dönüşebiliyor; bu anlamda her ağıt sonunda gülümsemeye varınca biz okurlara anlamlı bir son sunuyor.
Yaralı Hafızayla Yüzleşmek mi, Yüzleşmemek mi?
“Eski kırgınlıklar dilimizde cam kırıklarına dönüşür.” Romanınızda geçen bu cümle tüm romanın özeti gibi. Baştan sona hem bireysel hem toplumsal yaşananlar okuyucu olarak bize de batan cam kırıkları sanki. Bu sizce doğru bir yorum olur mu?
Bu harikulade ve doğru bir yorum. Burada evrensel bir psikolojik dinamik var. En çok sevdiklerimizi affetmediğimiz sürece geçmişten uzanan misina iplikleriyle yönetilen kuklalara dönüşürüz; bunun kültürden, zamandan, kişiden ve toplumdan bağımsız bir ruhsal mekanizma olduğunu düşünüyorum. Kırgınlıklar geçmeyince hem bizi hem de yaşamımızdaki insanları incitiyorlar. Romanın bu atmosferi yansıtması için uğraştım. Aslında neredeyse her karakterin dilinde cam kırıkları var; ailelerini kaybedip yetiştirme yurdunda büyüyen dört öğrenci, yuvasından kopmak zorunda kalan Ozan, babasından zulüm gören Cenk ve diğerleri.
Türkiye ölçeğinde değerlendirecek olursanız; darbelerin birey üzerindeki psikolojik etkilerine dair edebiyatta yeterince yüzleşildiğini düşünüyor musunuz?
Bir açıdan darbelerin ve muhtıraların etkilerini bireysel düzlemde ele alan iyi romanlarımız var, diğer açıdan hâlâ bu darbelerin psikolojik etkilerini atlatıp toplumsal anlamda kendimizle yüzleşmiş değiliz ve bu sebeple edebiyatımızın katetmesi gereken uzunca bir yol bulunuyor. Kendimizle yüzleşmekten kastım, geniş toplumsal mutabakatla sağlam mülki kurumların inşasını sağlayacak politik tercihlerde henüz bulunmamış olmamız. Bu sebeple özellikle darbelerin romanın çoğul diliyle daha fazla işlenmesinin, bu darbe ve muhtıraların toplumsal sorumlulukla insanımıza anlatılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sadece tarihe edebiyatla not düşmek değil, aynı zamanda bu kendimizle yüzleşme sürecine sağlıklı bir katkı olacağı kanısındayım.
“Hepimiz birbirimizin devamıyız; başı, sonu, tekrarı ve uzantısıyız.”
Romanı yazma süreciniz nasıldı? Bu kitap sizi nasıl dönüştürdü?
Genelde roman yazarken, ön hazırlık aşamasında roman metninden fazla yazı yazıyorum. Sapasağlam oluşturulmuş kurgu, bölümler ve hatta paragraflara kadar tasarlanmış akış bana geniş, ikinci bir yaratıcılık alanı sağlıyor. Bu yaratıcılık alanının adı dil. Satrançta ilk on hamlede 170 oktilyon (1057) farklı hamle olasılığı mevcut ve bunu sadece 64 kareye dizilen 32 taşla gerçekleştirirsiniz. TDK’ya göre ise dilimizde altı yüz binin üzeri kelime var. Şimdi bu kelime varlığıyla romanda geliştirebileceğiniz estetik olasılıkları düşünün.
Bu anlamda Babamın Sandığı’nı tasarlarken aklımda, başarması benim açımdan zor bazı estetik unsurlar vardı. Bunların başında gerçekçi bir öyküyü hayallerle, düşlerle ve olmadık, belki tuhaf karşılanacak renkli alt anlatılarla bezemekti, çünkü yaşamın da böyle olduğuna inanıyorum. Alabildiğine soğuk ve mekanik yaşamın içinde hayaller ve tuhaf olaylar var; tıpkı gece ormanda aniden yanıp sönen ateş böcekleri gibi, yaşam bunlarla dolu. Dolayısıyla bir Alman aristokratının varisine dönüşen köylü bir çocuk, büyük dedesi Ermeni, dedesi imam ve kendisi oldukça liberal bir başkası, düşleriyle gerçeği bükebilen Hikmet Bey, hayvanlarla konuşabilen Özlem ve diğerleri… Bu hayal-gerçek örüntüsünü hem hikâye hem de dil düzeyinde dokumakla epey uğraştım. Tüm bu zıt/tuhaf hikâyeler, kişisel ve politik duruşlar birleşince ortaya biz çıksın istedim. Romandan bir cümleyle anlatayım: “Hepimiz birbirimizin devamıyız; başı, sonu, tekrarı ve uzantısıyız.” Romanı bu konularda uzun bir düşünme aşamasından sonra kısa bir zamanda yazdım ve benim için keyifliydi. Söylemek istediğimi dilim yettiğince ifade edebilmiş olmak kıymetli bir deneyimdi.
Baba-Oğul İlişkisi: Kırık Cümlelerden Kurulan Bir Sessizlik
Yazarken en çok zorlandığınız bölüm hangisiydi? Babasının baş kahramanımız Ozan’a yazdığı mektuplar olabilir mi? Ya da Ozan’ın annesiyle meslek seçimi konusundaki çatışması? Belki edebiyatta da sıkça işlenen baba-oğul ilişkisi üzerinden değerlendirmek istersiniz...
Evet, kurgunun dışında ilerleyen mektupları yerleştirebilmek ve birbirinden bağımsız mektupları romanla uyumlaştırmak kolay değildi. Her bölüm arasına yerleştirdiğim bu mektupların ve diğer içeriklerin, bir tür arkeolojik kalıntı olmasını planladım. Sanki mektuplar kurgunun bir parçası değil de gerçek nesnelerdi. Bunları yazmak ve akışa oturtmak zordu, çünkü bu tür söylem parçaları çok fazla su kaldırmaz. Öte yandan aile içinde insanların fiziksel olarak böylesine yakın fakat duygusal anlamda bu kadar uzak olmalarını kurgunun doğallığı içinde resmedebilmek kolay değildi; Ozan’ın annesinin meslek seçimine müdahale etmesi, aslında gerçekleştiremediği kendi hayalini oğlunun sırtına yüklemesiydi. Belki de Ozan’ın trafik kazasında ölen dedesi de kendi hayalini kızının taşımasını istemişti. Ozan, annesi Suna Hanım veya dedesi Münir Bey bu konuda farkındalığa sahip değillerdi ve bu döngünün kırılması için Ozan’ın elli yaşından sonra gözünü açması gerekiyordu. Gözünü açtığı noktada ise sadece bu kör-kısır döngüyü kırmadı, aynı zamanda ölmüş babasıyla da zihninde göz göze geldi ve onu anladı, anlamlandırdı. Bu açıdan da baba-oğul ilişkisinin evrensel bir boyutuna şahit oluyoruz; birbirini ölesiye seven insanların birbirini anlamaması derin acılara sebep olabiliyor ve bu kırgınlık, kişinin tüm geleceğini büyük ölçüde şekillendiriyor. Bu çatışmayı ele almak çok katmanlı, çok boyutlu bir alt öykü, kurgu ve anlatı estetiği gerektirdi.
“Kimsesiz bir türkü çaldı radyolarda. O türkü yol oldu sonra, hepimizi ayırdı.”
Romanda şarkı sözleri, dizeler var… Bu tür geçişler sizin için doğal mı gelişiyor, yoksa yapısal bir tercih mi?
Aslında her ikisi de. En azından benim yaş dönemimin yaşamında şiir doğal bir biçimde var. Bence her insanın yaşamında şiir olmalı ve şiirsiz bir benliğin çorak kalacağını düşünüyorum. Öte yandan bu romanda şiirler estetik anlamda baharat görevi görüyor. Az kullanırsanız tatsız, çok kullanırsanız aşırı baskın, tam yerinde ve miktarında kullanırsanız şiir lezzet ve derinlik sağlayabiliyor. Bu açıdan şiirin romanda böyle bir yapısal işlevi mevcut. Tıpkı romanın slogan cümlesinde, aslında dizesindeki gibi: “Kimsesiz bir türkü çaldı radyolarda. O türkü yol oldu sonra, hepimizi ayırdı.” Bu türkü sürekli radyolarda dönen bir darbe türküsü müdür, gençliğimizden kalan buruk bir türkü müdür, dönüşü olmayan bir değişimin ezgisi midir, bu okurun zihninde kendi kendine karar verebileceği esnek bir düşünsel alan yaratmayı sağlıyor.
Kitabınızı okuyan birinin yüreğinde ne kalsın istersiniz?
Umut, yaşama karşı katıksız-koşulsuz sevgi ve mücadele isteği kalmasını çok isterim, çünkü bunlar benim yazma amacımı tanımlıyor.
Size gelen ilk okur yorumları neler oldu? Sizi en çok etkileyen ya da şaşırtan bir geri bildirim oldu mu?
Babamın Sandığı’na dair aldığım dönütlerin büyük çoğunluğu karakterlerin gerçek insanlar gibi olduğu yönündeydi. Buna şaşırmadım, çünkü amacım buydu, ama amacıma ulaşmış olmak beni mutlu etti. Ayrıca romanın yer yer çok üzücü olduğunu söyleyenler oldu; açıkçası yazan kişi olarak bunu görmek kolay değil. Romanın içindeyken ona yabancılaşamıyorsunuz, korkunç bir olay size öyle gelmeyebiliyor, çok acı bir sahne sizi incitmiyor çünkü o an inşa aşamasındasınız. Sonra birçok insanın benzer anılarını bana anlatmaları güzel bir deneyim oldu; pansiyonda okul okuyanlar, darbede eşi dostu tutuklananlar, ailesi yüzünden istemediği bölümleri okuyup mutsuz olanlar. Babamın Sandığı’nın etrafında dostane bir diyalog yakalamak ve romandan hareketle insanlarla dertleşebilmek beni etkiliyor.
Çok ilginç, roman basılıp hayatın içine girdi mi okurların elinde yaşamaya başlıyor. Bir karakteri gerçekten varmış biri gibi konuşmak, oradan okurun yaşamına dair bir anekdot dinlemek aslında neden yazdığımızın da bir açıklaması değil mi?
Bu romanı üç kelimeyle tanımlamanız gerekse ne olurdu? Neden?
Umut, mücadele, sevgi.
Bu duygulardan veya güdülerden birini bile kaybedersek kısacık ömrümüzü heba etmiş oluruz.
Röportajın kısaltılmış hali Birgün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Babamın Sandığı'nı indirimli satın almak için tıklayınız.