Urumeli'den İzmir'e

Dilek Direnç

 

2016 başında yayınlanan yeni romanı Yedinci BayrakUrumeli’nden İzmir’e ile yazarlık yaşamının temel izleklerinden biri olan göç olgusuna, zaman ve mekân değişimiyle geri dönüyor Ayla Kutlu. 1985 ve 1998 yıllarında yayınlanan Bir Göçmen Kuştu O ve Emir Bey’in Kızları romanlarının temel karakterlerinden Emir Bey, on dokuzuncu yüzyıl sonunda apansız gelen Ermeni saldırısıyla Kafkaslar’daki yurtluğundan sökülüp sonu Urfa’da biten uzun ve acılı göç yoluna düşmüştür annesi Cevahir Hatun’la birlikte. Daha sonra bir Osmanlı aydını olarak karşımıza çıkan Adil Emir Bey’dir bu göç anlatısının “göçmen kuşu.”  Yakınlarını yitirmiş, tecavüze uğramış bir anneyle, ruhu ve bedeni örselenmiş bir küçük çocuğun perişan yolculuğuyla başlar Emir Bey’in göçü ve farklı biçimlerde, birbirine organik bağları olan bu iki roman boyunca sürer. Kafkas dağlarından Anadolu’ya göç, Kutlu’nun öykü kitapları Mekruh Kadınlar Mezarlığı’nda da karşımıza çıkar; Ermeni tehciri ise Zehir Zıkkım Hikâyeler’de.Yedinci Bayrak’ta çocukluktan yaşlılığa tüm yaşamına tanıklık ettiğimiz bir kadın karakter yer alır romanın merkezinde. Saraybosna’nın hemen dışında, doğduğu günden beri bir an bile ayrılmadığı evini, toprağını, otuzlu yaşlarının başında savaş korkusuyla terk etmek zorunda kalan Hasret, otuz yılı aşkın bir süre devam edecek uzun bir göç ve bitmeyen bir gurbetlik yaşamaya yazgılıdır. Bir göç anlatısı olan Yedinci Bayrak’ın göçmen nüfusu kalabalık olmakla birlikte metnin merkezindeki ‘göçmen kuş’ Hasret’tir.


Ayla Kutlu bu eserinde mekân olarak “hepsi de deli gibi çalışan, emeği de ürünü de paylaşan türlü soydan türlü dinden insanlar diyarı” olarak nitelediği Rumeli’ne çevirir bakışını (58). Odaklandığı zaman ise, Rumeli’nin, bu “kutlu” ve göreli olarak huzurlu zamanının geçmişte kaldığı, “Balkan halklarının yüreklerinde ‘Hürriyet’ dedikleri bir ateşin yan[maya]”, halkların birbirlerine düşmanlık ve kin beslemeye, Osmanlı’nın “Balkanlarda kurduğu vatanı, kanlı isyanları izleyen kanlı savaşlarla gitgide büyüyen parçalar halinde yitirme[ye]” başladığı dönemdir (50; 53; 49). Rumeli, “kavga ve ölümler diyarı ve onlarca ırkın boğaz boğaza çıkar savaşına tutuştuğu lanetlenmiş topraklara” dönüşmüştür artık (119). Roman, Balkanlar’daki altüst oluşu, sıradan insanların yaşantıları üzerinden okurken, tarihi bilgi ve belge olmaktan çıkarıp insan deneyimine dönüştürür. Bir dönemin sarsıcı olaylarını, tarihsel olgulara bağlı kalarak, kurgusal karakterlerin hayatlarındaki yansımaları ve etkileriyle ele alan, titiz bir tarih araştırması üzerine temellenmiş Yedinci Bayrak, yazınsal anlamda kesinlikle tarihsel roman geleneği içinde yerini alır. Ele aldığı dönemin çok katmanlı bir okumasını yaparken, tarihi kişiliklere odaklanmak yerine, sıradan insanların yaşamlarını perişan eden göç ve göçmenlik deneyimine ve göçün içsel kaçınılmazı olan gurbet duygusuna yoğunlaşır. Kutlu’nun bir konuşmasında dile getirdiği gibi, savaşların neden olduğu savrulmaların, “göçlerin anlamı, sıradan halkın yaşadıkları durumlarla daha derinden, daha yoğunluklu olarak öznel yaşanmışlıklarla anlatılabilir ancak” (“Rumeli Parçalanırken” 15).

Fransız İhtilali’nin ardından on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa halklarını etkisi altına alan milliyetçilik düşüncesinin etkisiyle isyanlar, çatışmalar ve savaşlar yaşanır, Rumeli’nde kimlikler yeniden tanımlanırken birlikte yaşama kültürü yerine düşmanlığa bırakmaktadır. Bu sürecin kaçınılmaz sonucu, Rumeli Müslümanlarının canlarını kurtarmak için atalarının neredeyse beş yüzyıldır vatan bildiği topraklardan ayrılarak göç yollarına düşmeleri olur. Arka zeminde bugünkü Avrupa’yı şekillendiren savaşlar sürerken, savaşların yok ettiği ya da kesintiye uğrattığı hayatlar, parçalanan aileler, eskiyle yeninin birbirine karıştığı bellekler, evinden toprağından koparılmanın acısı ve yarınlara dair umutsuzluk, Yedinci Bayrak’ta göç olgusunu bir cennetten kovuluş anlatısı olarak şekillendirir. Romanın başında Hasret henüz küçücük bir kızken babası Eymir Ağa vatanı şu sözlerle tanımlar: “Vatan farkında olduğumuz şeylerin toplamı.  Bir toprak parçası değil yalnızca. Sahiplendiğimiz, üstündeki canlı cansız her şeyle, karnında sakladıklarıyla bizi var eden, cennet!” (11) Hasret ve babasının yemyeşil bir vadide yer alan “ev, çayırlık ve değirmenden ibaret” olan fiziksel dünyaları, her ikisinin de “dünyanın güzelliklerini duyumsa[dıkları]” yeryüzündeki cennet köşesi olarak betimlenir (30; 11). “Taşları kararmış eski değirmen,” değirmenin üzerine kurulduğu Milyaçka nehrinin küçük kolunun “yatağında sekip köpüren suyu,” “kuş seslerine karışan arı vızıltıları,” Saraybosna güneşi altında parlayan çayırlık, meyve bahçeleri, sırtlarında tahıl çuvallarıyla değirmende toplaşan her ırktan her yaştan kadınlar, hayatın döngüselliği, sürekliliği ve bereketle ilişkili imgelerdir (11). Rumeli’nin göreli dingin zamanlarında yaşamıştır Eymir Ağa; oysa kızı Hasret, yuvasını yurdunu terk etmek zorunda kalacak, hayatının kalanını vatan hasretiyle, yitirilmiş bir cennetin sızısıyla yaşayacaktır. Balkan Savaşları’nın tarihsel sonucu, parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun batı coğrafyasındaki en gelişmiş ve kozmopolit vilayetlerini yitirerek Rumeli’ye veda etmesi olmuştur. Bu somut tarihsel gerçek, Hasret’in öznel yaşantısına ve duygu dünyasına derin bir sıla hasreti ve süreğen bir gurbet duygusu olarak girecek, ailesi ve onun için “[g]öz açıp gördükleri, gönül verip sevdikleri bu geniş vadi, sonradan onlar için cennet bahçesi gibi özlenen bir yer olacaktı[r]” (97).

Emir Bey’in Kızları romanının göç deneyimini ilk elden yaşamış karakterlerinden Girit göçmeni Yeşil Hanım, “atılmış ve tutmuş köklerin koparılması” olarak tanımlar göçün acısını (274). Hasret için bu acı önce toprağından geri dönmemek üzere koparılmasıyla başlar; ardından kayıplar, ölümler, ayrılıklar yaşayarak, bir şehirden diğerine savrularak, otuz yılı aşkın bir süreyle devam eden, uzun ve çileli bir göç ve gurbet deneyimi yaşar. Bu sürecin ilk yıllarında yitirdiği kocası Ali Sabir’in dile getirdiği gibi, “insanın evini, işini yok eden,  gücünü yutan, ümitlerini tuzla buz eden” bir deneyimdir göç (86). Tekrar tekrar köklerinden koparılırken ailesinden hayatta ve yanında kalanlarla birlikte Saraybosna’dan Üsküp’e, Üsküp’ten Selanik’e, Selanik’ten Edirne’ye, Edirne’den İstanbul’a, İstanbul’dan İzmir’e, oradan Salihli’ye, özgürce dalgalanan bir bayrak altında yaşamak umuduyla göçer Hasret.  Saraybosna’dan sonra Üsküp ve Selanik, uzun süreli yaşadığı, tam benimseyip kök salarken yeniden acıyla koparıldığı şehirlerdir. Gerek Üsküp gerekse Selanik’e kalmak üzere gelip yerleşmiştir ailesiyle; fakat zaman içinde yitirilen imparatorluk topraklarıyla birlikte, bir kez daha kurulu bir düzen ve hayatı geride bırakarak yeniden göçe koyulur Hasret. Göç, “[ç]ileli bir yolculuktur. Acı ve hüzün dolu” (71). Göç deneyimi, hastalık, belirsizlik ve karanlık imgeleriyle betimlenir roman boyunca. “Göç yoluna düşmenin çok ağrı veren bir hastalığa tutulmaktan farkı yoktu,” diye düşünür Hasret; “kapkara bir sisin içinde belirsiz bir yere sürüklen[mek]” olarak algılar göçü (78). Göçmen olmak, zihinde özel bir durum, zamansal ve mekânsal bir karışıklık yaratmaktadır bir yandan da. Hasret’in “göçmen aklı” olarak andığı zihinsel durumda, “yaşadığın yerden kopamamakla, yaşayacağın yeri tanıyamamaktan oluşan zihin bulanıklığı” vardır; “[mekânlar] karışıp tekleş[irken]” zaman boyutunda da “[e]skiyi ve yeniyi ayıra[mamak]” söz konusudur (89). Vatan bildikleri, gönül bağıyla kuşaklar boyunca tutundukları topraklarından zorla koparılıp göçmek zorunda kalanlar için, yaşadıkça izleri silinmeyecek ve tümden iyileşmeyecek derin bir yaradır göç ve Yedinci Bayrak’ın duygusal evrenini bu travma belirler.

Roman sıradan insanların yaşantıları üzerinden bir tarih okuması yaparken, Balkanlar’daki büyük çalkantıları tarihsel bir bağlama oturtur. On dokuzuncu yüzyılla birlikte dünyaya yeni fikirler ve idealler egemen olmuş, Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, teknolojik gelişmeler, kapitalizmin yükselişi, ekonomik ve siyasal yeni merkezlerin oluşması gibi olgular ve neden oldukları hızlı değişimlerin etkisiyle, Avrupa’da ulus devlet inşa süreçleri başlamış, bağımsızlık savaşları birbirini izlemektedir. Çağın gelişmelerinin dışında kalmak, zamanın ruhunu anlayamamak, Osmanlı açısından Rumeli’nde yaşamsal sonuçlar doğurur. Öte yandan roman, bir Osmanlı güzellemesi ya da tarihin en uzun ömürlü imparatorluklarından birinin yıkılışına bir ağıt değildir kesinlikle. Aksine, Osmanlı İmparatorluğu’nu on dokuzuncu yüzyılın sonunda “[e]skimiş, kurumları sistemleri dağılmış, yaşam biçimleri çağ dışında kalmış bir ortaçağ imparatorluğu,” yani zamanını tamamlamış bir yapı olarak değerlendirir (406). Romanın ilk göçmeni, hünerli elleriyle üretken, olayları kavrayışı, kişiliği ve entelektüel birikimiyle bilge kişi Ali Sabir, aynı zamanda metnin Osmanlı’ya dönük en önemli eleştirel gözlerinden biridir. Bir arada barışçıl yaşama döneminin sona erişini, henüz on beşinde bir ergenken ailesinin tamamının öldürülüşüyle yaşamış ve vatanından kopup o yaşında düşmüştür göç yoluna. Ali Sabir yaşadıkları, okudukları ve gözlemleriyle değerlendirir devletin durumunu: “Hem geriydi Osmanlıların yaşamı; hem insan kaynakları tarih boyunca ihmal edilmişti. Üstelik yöneticileri bağnazdı. Çağın yeniliklerini anlamamakta direniyorlardı. Sonuç olarak Rumeli’nin Müslümanları can derdine düştüklerinde yurtlarından kopmaktan başka çareleri yoktu” (174). Osmanlı’nın yayılmacı günlerinden savunmacı küçülme dönemine geçişini etkileyici bir imgeyle özetler: “İmparatorluk, yayılmak için dışarılara uzattığı kol ve bacaklarını geriye çekiyor, cenin pozisyonuna dönüyordu” (174).  Modern öncesi dünyanın, farklı etnik ve dinsel toplulukları, uyrukları olarak bir arada tutan eski imparatorluk rejimleri günlerini doldurmuştur. Ali Sabir, tebaa ve reaya ayrımının çağın yükselen eşitlik ve özgürlük anlayışına aykırı olduğunun farkındadır: “Devlet dediğin, toprağı vatan bilmiş herkesi korumalıydı. Biri tebaa, öbürü reaya olunca, ‘aşağı’ veya ‘gayrı’ görünen; sonuna kadar sessiz ve hareketsiz kalmazdı” (93). Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun eksikleri, zaaf ve hataları, geri kalmışlığı, modern dünyada orta çağ imparatorlukları için kaçınılmaz son olan çözülme ve yıkılış sürecini hızlandırmıştır.

Romanın ana karakteri Hasret, eğitim almamış, göç yoluna düşene kadar evinden bahçesinden başka yer görmemiş, küçücük bir dünyada hayatını sürdürmüştür; doğal olarak kocası Ali Sabir’in yaşam deneyimi ve entelektüel donanımından yoksundur. Öte yandan gündelik yaşam bilgisi zengin ve duygu dünyası derin bir insan ve yaşama insan sevgisiyle bağlanan, yaşadığı göç süreci içinde sevdiklerini koruma mücadelesiyle güçlenen bir kadındır. Saraybosna’nın hemen dışındaki evinden, toprağından ayrılmasıyla son durağı İzmir’e varışı arasında otuz yılı aşkın süren, çok duraklı, savrulmalı, kayıplarıyla yokluklarıyla kanatan bir göç yaşar Hasret. Kocası Ali Sabir’in ana vatanı Vidin’den henüz on beşinde bir yeniyetmeyken geride “kırılmış yaşamlar, mezarlar bırakarak” kaçışı gibi, Hasret de bu uzun süren göç boyunca başta kocası Ali Sabir’inki olmak üzere mezarlar bırakır ardında, kavuşması olmayan ayrılıklar yaşar (98). Bu zahmetli ve acılı süreçte tek arzusu, göçlerinin ilk durağı olan Üsküp’te öldürülen kocası Ali Sabir’in vasiyetini yerine getirmektir: “Osmanlı tuğunun altını vatan bilin. Onun dalgalanmadığı yerde yaşamak size haramdır. Benim için tek uğraşınız, kemiklerimi yâd ellerde bırakmamak olsun” (246). Böylece, otuzlu yaşlarının başında dul kalan Hasret’in yaşamındaki nihai hedef ve yegâne umut, özgürce dalgalanan bir bayrak altında, ailesinden hayatta kalanlarla birlikte, kendini yeniden vatanında sayabileceği güvenli ve onurlu bir yaşama ulaşmak olmuştur. Yaşamının ikinci yarısını, tümüyle bu hedefe ulaşma mücadelesiyle yaşamış, tüm zorluklara, savaşlar, hastalıklar, yokluk ve yoksulluğa karşın bu umutla hayata tutunmuştur.
 
Yedinci Bayrak, başta adı olmak üzere, bayrak ve vatan sözcüklerinin sıklıkla yinelendiği ve birbirine sımsıkı örüldüğü bir tarihsel anlatıdır. Ancak her iki sözcük de yüzeysel ya da tehditkâr bir milliyetçi söylemin ötesinde sürekli yeniden tanımlanır metnin bütününde. Ailesine, tuğun altını vatan bilmelerini vasiyet eden Ali Sabir, vatan ve tuğ sözcüklerini ırkçı etnik bir milliyetçilik anlayışıyla değil, özgürlük, güvenlik ve bağımsızlıkla ilişkilendirerek tanımlar: “Vatan denilen yer, yalnızca son galip ırkın ayağının bastığı yeryüzü parçası değildi. Vatan, orada yaşamış ve yaşayacak bütün insanların bağlandığı toprak ve gelecekti: İnsanın iç ve dış dünyasında varlığı gerçek, etkisi duygusal olan koruyucu çatıydı” (93). Öte yandan “[v]atanın anlamını yaşatan, eskiden tuğ olarak düşünülen bayraktı. Ayağı yere basan, kendisi yukarıda salınan, simgesiyle çok özel anlam yüklü olan bağımsızlığı temsil ediyordu” (93). Ali Sabir’in ‘bayraktar’ anlamına gelen adını seçerek koyduğu oğlu Alemdar ise, babasının ölümünden uzun yıllar sonra, bayrağın ardında Anadolu topraklarına erişmişken, vatanı, “insanın güven duygusunun beslendiği yer” olarak tanımlayacaktır (391). Dolayısıyla, anlamları ve fiziksel mevcudiyetleri birbirine örülmüş bayrak ve vatan, tuğun ya da bayrağın altındaki ve bayrağın koruyuculuğundaki toprağın üstündekiler için özgür ve güvenli bir yaşamı, sıradan gündelik hayatı, bugünden geleceğe olanaklı kılan varlık ve kavramlar olarak şekillenir Yedinci Bayrak’ta. Aslında paradoksal bir biçimde, Balkan halklarının yüreklerine düşen özgürlük ve bağımsızlık ateşiyle çatışmalar başlar, düşmanlıklar keskinleşirken, büyük devletlerin müdahaleleriyle gitgide kötüleyen savaş ortamında Osmanlı tuğunun sağladığı “korunma örtü[sünü]” yitiren Rumeli Müslümanları da özgürlük, bağımsızlık ve güvenli bir yaşam arayışıyla Balkanlar’dan çekilen tuğun ardına düşmüşlerdir (206).
           
Romanın akışı içinde akarsu imgeleri özel bir yer tutmakta, hem Hasret’le hem de göç ile bağlantılı kullanılmaktadır. “Sular ve köprülere tutkundu[r]” Hasret (101). Milyaçka nehrinin bir uzantısı olan ve köpüklü suları babasının eski değirmenini döndüren derenin kıyısında doğmuş, büyümüş, mevsimleri onun suyunun çağıltısında izlemiştir. Anadolu’ya geçip Salihli’ye vardıkları, yeniden tuğun altında yerleşik hayata başladıklarını umdukları günlerde, artık yaşlı bir kadın olan Hasret, eski bir türkünün çağrışımlarıyla anımsar doğduğu yeri: “Yeşillikler, çimenli bayır, koyu renk taşlarla yapılmış kunt, eski değirmen… Baharları içine düşen her şeyi bir anda kapıp götüren su: Yani hayat” (419). Balkanlar’daki çalkantılar Ali Sabir ve Hasret’i göçe zorlamadan önceki yıllarda, “Hasret hayatlarının usul bir dere gibi akacağını düşlemişti[r] (52). Oysaki göç yoluna düşmeleriyle birlikte, kendi iradeleri dışında çok güçlü ve merhametsiz bir suya kapılmışlardır sanki: “Göç tüm büyük fırtınalar gibi küçük dalgalar halinde başlayıp, daha sonraları onlarca yol bulup rüzgârlar gibi, doğuya doğru fırtına gibi yükseldi. Dağların, ormanların, ovaların, suların ardında bekleyen Dersaadet’e kadar uzanan insan dalgaları giderek büyüyordu” (339). Hasret’in gençlik yıllarında Saraybosna’da Milyaçka, Üsküp’te Vardar, hayatla ve bereketle ilişkilenen nehirlerken, göçün son aşamalarında, Meriç ırmağının soğuk sularının içine atılan cesetleri taşıyan bir ölüm suyuna dönüştüğünü görmüştür Hasret. Öte yandan, Balkan Savaşları’nın “evsiz barksız bıraktığı insanlardan oluşan sefalet ırmağı Osmanlı topraklarından başşehre sel gibi ak[maktadır]” (358). Hasret’in tanık olduğumuz son yolculuğu, savaşa gönderdiği oğlu ve torunlarından haber alabilmek üzere torun çocuğu Salih’le birlikte Salihli’den İzmir’e yaptığı yolculuktur: “Şimdi tek dileği Salih’i emin ellere teslim etmek. Artık Yüce Tanrı’dan Hasret Kadın’ın önüne koyduğu sınavların bitmesini istiyordu. Bayrağa kavuşmanın yükselip içini kanatlandıran sevincini kaygısız yaşamaya hakkı vardı. Denize varmalı, kıyıda durup, aynı denizin ötelerinde kalan vatan topraklarına son kez el sallayarak huzur içinde vedalaşmalıydı” (457). Deniz kıyısına ulaştıklarında Hasret sadece denize değil, “bayrak direğinde salınan,” “özgürce dalgala[nan]”  bayrağa da kavuştuğunu görecektir (458-59). Üstelik “asker ocağının gönderinde” dalgalanan bayrak, Hasret Kadın’ın “al atlas üstüne ak ipekle” dualarla “[g]eceler boyu kör ışıkta işlediği son işi,” günler önce İzmir’e ilerleyen süvarilere teslim ettiği bayraktır (459; 443; 458). Hasret, genç bir kadın olarak başladığı, hem zaman hem de mesafe olarak upuzun göç yolculuğunda nehirlerle birlikte akmış ve nihayet İzmir’de yaşlı bir kadın olarak “cennet saydıkları vatan toprağının cis[imleştiği]” bayrağa ve denize ulaşmıştır (213).

 
 

Kaynakça
 
Kutlu, Ayla. Bir Göçmen Kuştu O. 1985.  Ankara: Bilgi Yayınevi, 1996.
---. Emir Bey'in Kızları. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998.
---. “Rumeli Parçalanırken 7. Bayrağa Doğru.” Mülkiyeliler Birliği E-Bülten. Sayı: 2014-2. 12-17. http://mulkiye.org.tr/ebultenler/25-2014
---. Zehir Zıkkım Hikâyeler. Ankara: Bilgi Yayınevi, 2001.

 

Kapat