Okuma Notları: Karanlıktaki Kadınlar

Yanılıyor olabilirim ama: İstanbul ve kadın temalı Karanlıktaki Kadınlar seçkisi yazarlarına farklı bir motivasyon vermiş ve hoş bir sinerji yaratmış gibi. Kitabı elimden bırakamadım. Seçki bana Bach süitleri çağrıştırdı: Barok süitler AllemandeCouranteGigue vs. gibi stilize danslardan oluşur. Genellikle süitler bir prelüde (giriş müziği) ile başlar, tüm parçalar aynı tonalitededir ve aralarında tematik bağlar vardır. Kitaptaki 9 öykü de tıpkı bir Barok süit gibi aynı "karanlık tonlara" ve tematik kan bağına sahip. "Dişil enerji" ve yaklaşım tarzı her bir satırda kendini hissettiriyor.

Orkide Ünsür: Prinkipo’daki Hayalet

“Bazılarının karanlığı diğerlerinin aydınlığıdır.”

Değerli dostum Orkide Ünsür’ün Lamia romanı 31 Aralık 1895’te Paris’te başlıyor ve oradan Büyükada’ya, eski adıyla Prinkipo’ya uzanıyordu. Orkide, 31 Aralık 1895’te açtığı “yılbaşı dosyasını”, Karanlık Yılbaşı Öykülerinde, 31 Aralık 2018’de noktalanan Dönüş adlı öyküsüyle şimdilik kapatmış görünüyor. Orkide’nin Lamia’daki Emirgan ve Büyükada tasvirleri bana Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'indeki İstanbul bölümünü anımsatmıştı. Tanpınar ve Orkide’nin ortak noktası, her ikisinin de iflah olmaz birer İstanbul aşığı olması… Ve bu aşk Prinkipo’daki Hayalet’te de devam ediyor. Öyle ki Orkide’nin çizdiği İstanbul çocukluğumun bile değil, çok daha eski hatta Binbir Gece Masalları’na ait “muhayyel” bir İstanbul’muş gibi hislere kapılıyorum.

Orkide’nin titiz işçiliğini, inci gibi dizdiği sözcükleri, “sinematografisini”, neredeyse matematiksel kesinliğe sahip, ne eksiklik ne de fazlalık hissettiren ölçülü metinlerini seviyorum. Orkide, “annelik içgüdüsü”nü merkeze aldığı bu öyküsünde, aslında 11 Eylül’de İkiz Kuleler’le birlikte yıkılan bir evliliğin, Büyükada’da Hristos Tepesi’ndeki nihai hesaplaşmasını anlatıyor.

Özlem Ertan: Karanlık Opera

“Ben ünlü soprano Hayal Ataman, sahnedeyken ve yazarken kim olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi unuturum.”

Çocukluğu Bahariye’de geçmiş, Bahariye İlkokulu’nu bitirmiş, İnci Pastanesi’nden “beslenmiş”, beyaz perdeyi ilk kez Süreya Sineması’nda keşfetmiş ve uzun süredir İstanbul dışında yaşayan bir müzik eğitimcisi olarak Özlem Ertan’ın Karanlık Operası’na kayıtsız kalmam mümkün değil…

Süreya Operası öykünün anlatı mekânı olmanın ötesinde bir başrol oyuncusu gibi karşımıza çıkıyor. Ben de, tıpkı öykünün anlatıcısı opera sanatçısı Hayal Ataman gibi, çocukluğumda sinema olan Süreya Operası’nın tavan ve duvarlarındaki freskleri hayranlıkla izlerdim. Anlatının “iki dünya arasında” (gerçek ve fantastik) ve “aydınlık-karanlık” (aşk ve haset) düalizmi içinde geçen atmosferini çok sevdiğimi söylemeliyim. Öyküde bahsi geçen Gaetano Donizetti’nin (1797-1848) Lucia di Lammormoor operasını (özellikle Hayal Ataman’ın icra ettiği Regnava nel silenzio ve Ardon gl'incensi aryalarını) Özlem Hanım’ın zihin haritasına ve iç dinamiklerine bir parça daha nüfuz etmek düşüncesiyle dinledim. Özlem Hanım’a bu konuda da müteşekkirim: Opera müziğinde Verdi ve Wagner arasına sıkışıp kaldığımı fark ettim sayesinde. Donizetti eski ve unutulmuş bir dost gibi müzikal hücreme bir soluk getirdi. Yeri gelmişken; Gaetano Donizetti’nin kardeşi Giuseppe Donizetti, nam-ı diğer Donizetti Paşa, II. Mahmut’un davetiyle İstanbul’a gelmiş, saray bandosu kurmuş, Mahmudiye Marşı gibi eserlere imza atmıştı…

Nurgül Çelebi Özmen: Sofia’nın Dönüşümü: Apokatastasis

“Yağmur damlaları silememiş yüzündeki yaşları…”

Leyla PamirMüzikte Geniş Soluklar’da, Richard Strauss’un Salome operasını, Oscar Wilde’ın aynı adlı tiyatro eserinde duyduğu bir cümleden aldığı ilhamla bestelediğini söylüyor: “Bu gece Salome ne kadar da güzel.” Evet, kısacık bir cümle sanatsal çağrışımları tetikleyebilir. Bir kelebeğin kanatlarını çırpmasının başka bir yerde fırtınalara yol açacağı önermesinde olduğu gibi. Nurgül Çelebi Özmen’in Sofia’nın Dönüşümü’nden cımbızla çekip aldığım ve bu kısa metne epigraf yaptığım cümle de benzer duygular uyandırıyor: “Yağmur damlaları silememiş yüzündeki yaşları…”

Bir süre bu cümleye neden takılıp kaldığımı düşündüm. Yanıt bir gün sonra geldi: Yıllar evvel yazdığım epik fantastik bir anlatıda “Suda gözyaşların belli olmuyor” gibi bir cümle vardı. Sözcüklerin ya da sözcüklerden inşa edilmiş öykülerin böyle bir tarafı var işte: Akla hayale gelmez çağrışım zincirleri (ya da yazınsal armonikleri) tetikleyip, unutulmuş dizeleri ve tabii ki anıları bugüne getiriyor.

Sofia’nın Dönüşümü, “kaleydoskopik”, çok boyutlu bir okumaya açık: “Karanlığın Yüreği” formülüne uygun, yaklaşık 15 sayfalık kısa bir “monomit” diyebileceğimiz öyküyü feminist, pagan, Kristolojik, psikanalitik ve politik lensler takarak okuyabilirsiniz. Öyküyü okurken “kadim” gizem dinlerinin ya da şamanizmin ayinsel şemasını özetleyen şu sözler zihnimde yankılanıp durdu: “İlkin cehenneme inmeden kimse göklere çıkamaz!” Ya da: “Yeniden doğmak üzere ölünür, göğe yükselmek için derinlere inilir.” Sofia’nın Dönüşümü deyiş yerindeyse “ezoterik”, kapalı bir metin değil. Hatta açık ve yüksek sesle meramını anlatıyor. Bununla birlikte kendine has bir simgeciliği var. Mitraizm, Sophia (bilgelik), “Hagia Sophia”, gölge arketipi, Apokastasis gibi kavramlar üzerine bir ön okuma yapılırsa öykünün tadına doyum olmaz düşüncesindeyim.

Aşkın Zengin Akkuş: Bakireler Mabedi

“Bütün aşklarım aynı işte… Bir varmış bir yokmuş diye başlıyor, meğer hiç yokmuş diye bitiyor.”

Sonda diyeceğimi baştan belirteyim: Sayın Akkuş bir “ters köşe” ustası. Barbara Cartland, W.C. Andrews ya da Aşk-ı Memnu havasında başlayan anlatı bir anda şizofrenik bir bulmacaya, kısmen polisiyeye ve “tecavüz” gerçeğini yüzünüze vuran sert bir tokata dönüşüyor. Ansızın bastıran ve şok etkisi yaratan sürprizler zihninizi bilardo topları gibi savuruyor ve en nihayetinde Süreyya Plajı’nda, sahile 50 metre kadar uzaklıktaki Bakireler Mabedi’ne çarpıp durarak bir parça soluk alıyorsunuz… Bakireler Mabedi’nin “roman etkisi”ne (l’effet roman) sahiğ bir öykü olduğunu söylemeliyim…

Yeri gelmişken: “Beyaz” renk, “Karanlıktaki Kadınlar”da şu ana kadar okuduğum 3 öyküde ortak bir simge. Nurgül Çelebi Özmen’in Sophia adlı karakterini, yaklaşık 2000 yıllık bir “cinayetle” yüzleştirecek olaylar zincirini trafikte karşısına çıkan “beyaz bir nesne” başlatıyor… Özlem Ertan’ın Karanlık Operası’ndaki “fantastik kırılma noktası” yine soprano Hayal Ataman’ın seyirciler arasında “beyaz elbiseli bir kadın” görmesiyle başlıyor… Bakireler Mabedi’nde de Beste adlı karakter deyiş yerindeyse “beyaz atlı prensiyle” buluşmaya giderken beyaz bir elbise giyiyor: “Üzerine giydiği salaş beyaz elbiseyle peri kızı gibiydi.”

Borges, Körlük adlı denemesinde “İki, rastlantıdır; ama üç, bir doğrulamadır” diyor. Alın size “üç beyaz”. Peki bu neyin doğrulaması? Yanılıyor da olabilirim tabii ama: Kitabın ismindeki “karanlık” vurgusuna tezat üç öykünün önemli kırılma noktaları ya da eşik geçişlerinde “beyaz” rengin karşımıza çıkması bana anlamlı göründü. Bülent Somay fantastik öykülerin genel olarak bir “büyüme metaforu” (erginlenme ya da olgunlaşma da diyebiliriz) olduğunu söylüyor. Kötücül varlık ya da olaylar içerisinde kendi “gölge” ya da “karanlığıyla” yüzleşen kahraman, bütünleniyor, aydınlanıyor, bir üst realiteye sıçrıyor: Kısaca büyüyor. “Her işte bir hayır var” vecizesini andırırcasına bu “fantastik terör” kahramanın erginlenmesine, siyahın “beyazla”, karanlığın aydınlıkla dengelenmesine yardımcı oluyor sanki. Sophia’nın Dönüşümü’nde bahsettiğimiz gibi: “Cehenneme inmeden kimse göklere çıkamaz.”

Işın Beril Tetik: Yılanın Rüyası

“Daha eski… Daha ölüm gibi.”

Işın Beril Tetik’i ilk kez Karanlık Yılbaşı Öyküleri’ndeki Yolculuk öyküsüyle tanıdım. Hieronymus Bosch tablolarını çağrıştıran “sürreal” bir Cehennem’in etten duvarlı labirentlerinde “var olma” savaşı veren Varol karakterinin öyküsü oldukça dikkat çekiciydi. Keza Anadolu Korku Öyküleri 3’teki “çevreci” ve son on beş yılın “vandalizme” dönüşmüş inşaat çılgınlığına meydan okuyan öyküsü Taş Uyur da öyle…

Edebiyatımızda “reenkarnasyon” temalı anlatıların belki de en güzide örneklerini Refik Halid Karay vermiştir: 2000 Yılın Sevgilisi, Yezidin Kızı… 2000 Yılın Sevgilisi’nde Doktor Fahir, müteahhit Nuri Kaplangil’in güzel kızı Güldal’a geçmişte, birçok farklı “hüviyetlerde” dünyaya geldiklerini, kızın önceki hayatlarında Sibel, Tamara, Zerintaç gibi adları olduğunu söyler. Güldal bir gün, Doktor Fahri Bey’in kendisiyle tanışmadan çok önce çizdiği resimlerdeki kadının kendisine benzediğini fark eder ve ürperir. Yılanın Rüyasında, Aydan karakteri de, rüya kapılarından geçip, geçmişe doğru “regresif” bir sıçrama yapar ve yüzlerce yıl önce, Kız Kulesi’nin koridorlarında çok tanıdık bir yüze rastlar: Kendi yüzüne…

Funda Özlem Şeran: Cadı Bostanı

"Kız karşısında anlı şanlı ve de kanlı canlı Ragıp Paşa'yı görünce çığlığı bastı."

Funda Özlem Şeran deyiş yerindeyse bir "öykü fabrikası", son derece üretken bir yazar. Bilimkurgu, fantastik ve çocuk kitaplarını kapsayan geniş bir spektrumda yazıyor. Ecel adlı bir romanı var. Karanlık Yılbaşı Öyküleri ve Yeryüzü Müzesi adlı bilimkurgu seçkilerinin mürekkebi kurumadan Şeran, Cadı Bostanı ile tekrar okurla buluşuyor. Şeran'ın yalın, doğaçlama, rahat bir kalemi var. Sokak ve sosyal medya jargonunu seviyor. Cadde Bostan semtinin orijinal adı olan Cadı Bostanı öyküsünün dil, üslup ve içerik bakımından Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Hollywood stili bir "perili ev" sentezi olduğunu söylemek sanırım abartılı olmaz. Mizahın da kıyılarına yanaşan, ironik bir dili olan Cadı Bostanı’nı, gençlik ve korku temalı film/roman seven okur dostlarımızın beğeneceğini tahmin ediyorum.

Zeynep Çolakoğlu: Medusa

“Bozkır sürekli kalabalıktan şikâyet ettiğiniz metropollerden daha kalabalık olabilir.”

Fethi Naci, Attila İlhan’ın Kurtlar Sofrası için “Atillâ İlhan, 'roman işçiliği'ni küçümsüyor, 'öğretmen-yazar' olmak istiyor: Okura bir şeyler öğretecek, okuru eğitecek, bilinçlendirecek…” diyordu. Attila İlhan ise “Birtakım adamlar vardır ki, onlar fikirleriyle yaşar. Dahası her toplumcu yazarda biraz öğretmenlik vardır. Beni bu konuda eleştiren Fethi Naci'de bile” diyerek ünlü eleştirmene zarif ve ağırbaşlı bir yanıt veriyordu.

Oldum olası “öğretmen-yazar” tavrını sevdim. Fikirsiz, bilgisiz; salt olay örgüsü ve taşıyıcı diyaloglardan oluşan anlatılarla aram hiçbir zaman iyi olmadı. Sanırım Zeynep Çolakoğlu’nun Medusa’sını en çok bu yönünden ötürü sevdim. Çolakoğlu, bu kısa öyküsünde, Yunan mitolojisinin en ilgi çekici figürlerinden biri olan Medusa’nın hem kısaca tarihsel arka planına odaklanıyor, hem de psikanalitik bir metafor olarak bu eşsiz miti açımlıyor. Yeri gelmişken: Felsefi ve mitolojik olduğu kadar gastronomik(!) de bir öykü Medusa: Öyküde Nutella, Türk çayı, kahve, Cabarnet Savignon (ben Sauvignon Blanc tercih ederim) gibi popüler gıda ve içkilerle birlikte, Ambrosia, Ayışığı İçkisi ve muhtevasında 16 ayrı madde bulunan Kyphi gibi “mitolojik” içkiler de okura zengin bir menü sunuyor…

Gülbike Berkkam: İstanbul Büyücüsü

“Şehir uzun zamandır eski huzurunu kaybetmişti. Büyücüsüne ihtiyacı vardı.”

Refik Halid Karay, 1952 tarihli "Sarayburnu" adlı köşe yazısında, buharlı gemilerin icat edildiği yıllardan kalma diye dalga geçtiği "Tonton-u Bahri" adlı bir şehir hatları vapurundan bahseder. Karay, Sarayburnu'ndan bu antika vapurla geçerken, denizde sadece burnu görünen bir gemi enkazı olduğundan ve ona bakmaktan heyecan duyduğundan bahseder. Enkaz ona, o günlerde yeni okumaya başladığı Jules Verne'in seyahat romanlarını anımsatırmış. Bunu anlayabiliyorum. Benim çocukluğumda da Romen bandıralı Independenta adlı bir petrol tankeri 15 Kasım 1979’da Üsküdar açıklarında yanarak karaya oturmuş, enkaz senelerce kaldırılamamıştı. Patlamamış bir petrol tankı olduğu söyleniyordu. Üsküdar Çiçekçi'de (Harem'in hemen üstünde) bir akrabamızın dairesi vardı. Kaza olduğu sırada kapı çerçeve inmişti. 80'li yıllarda, ne zaman vapurla "karşıya" geçsek benim de en büyük zevkim Independenta enkazını seyretmekti. Bir tür mistik merakla bakardım gemiye. Batıkların böyle bir yanı vardır. Titanik de aradan yıllar geçmesine rağmen her kuşakta tuhaf bir gizem ve melankoli yaratır.

Gülbike Berkkam İstanbul Büyücüsü’nde özellikle bizim kuşaktan okurlara bu nahoş gemi kazasını hatırlatıyor, anılarımızı tazeliyor. Öykünün adı verilmeyen, İstanbul Büyücüsü olarak geçen karakteri bana Stephen King’in telekinetik ve kindar karakteri Carry’yi anımsattı. Öyküdeki kendinden bihaber genç büyücü, Star Wars’un genç “padawan’larının” “Güç ve kontrol” çelişkilerine benzer bir ruh hali içerisinde. İstanbul Büyücüsü özellikle bizim kuşak için nostaljik bir fantazya...

Kubilayhan Yalçın 

* Bu yazı KalemKahveKlavye'de yayımlanmıştır. 

“Karanlıktaki Kadınlar” kitabını indirimli fiyat ve avantajlı kargo seçeneği ile satın almak için hemen tıklayın.

 

 

 

 

 

Kapat